Türkiye’de özellikle insan haklarına ilişkin değerler ve kavramlar çoğu kez es geçiliyor ya da tam tersi, içi boşaltılacak derecede yerli yersiz kullanılıyor.
Peki, kavramları doğru kullanmak niye önemli? Çünkü ayrımcılığın niteliği ve karakteri doğru anlaşılmazsa, doğru bir mücadele stratejisi oluşturmak da söz konusu olamaz.
Bu duruma ilişkin en iyi örnek, nefret suçları ve nefret söylemi terimleri olabilir.
Nefret suçu, bilindiği gibi hukuki bir kavram. Peki, nefret suçlarını diğer suçlardan ayıran temel özellik ne? Geniş kesimlerin hemen ilk aklına geldiği gibi, “nefret” değil. Nefret bir duygu ve duygular bir suç teşkil etmez. Nefret, ancak bir saik, bir güdü olabilir.
Nefret suçunu, diğer suçlardan ayıran temel unsur önyargı saikidir. Fail, işlediği suçu mağdurun vazgeçemeyeceği ve yasalarla koruma altındaki (ulusal veya etnik kimlik, inanç, engellilik durumu veya cinsiyet kimliği gibi) karakteristik özelliklerine yönelik beslediği önyargılarla gerçekleştirmiş ise nefret suçu söz konusu olabilir.
Hatırlanacak olursa, Başbakan Tayyip Erdoğan geçen Eylül ayında ABD’de Müslümanların Masumiyeti adlı, Müslümanlara karşı önyargılı bir yaklaşımla çekilen bir film nedeniyle kamuoyuna açıklama yaptı ve özetle, İslamofobik nefret suçlarına yönelik yasal bir düzenleme yapmak üzere hükümetin harekete geçtiğini açıkladı.
Birincisi, bu bir film ve yapımcı filmde önyargılı görüşlerini filme yansıtarak, kamuoyu ile paylaşıyor.
Dolayısıyla, söz konusu olan ancak bir “nefret söylemi” olabilir. Nefret söyleminde, nefret suçundan farklı olarak, suç unsuru söylem düzeyinde gerçekleşiyor. Nefret suçuyla nefret söylemi arasındaki ortak unsur ise “önyargı” saiki. Öte yandan, ABD yasalarında düşüncelerin ifade edilmesi suç teşkil etmediği dikkate alındığında, filmi nefret söylemi olarak tanımlamak da zor. Suç unsuru olmadan tek başına önyargı da nefret söylemi oluşturmaz.
Başbakanın ifadelerinde önemli bir başka sorunlu yan da, söz konusu yasal düzenlemenin “İslamofobi” çerçevesinde öngörülmesi.
Burada öncelikle İslamofobinin tanımına ilişkin bir sorun var. İslamofobi çoğu kez sadece İslam düşmanlığı olarak algılanıyor. Dolayısıyla da geniş kesimler, Türkiye gibi nüfusun büyük bir kısmının Müslüman olduğu bir İslam ülkesinde İslamofobinin söz konusu olamayacağını ileri sürüyor. Oysa, İslamofobi tıpkı Antisemitizmde olduğu gibi, Müslümanlara yönelik toplumsal, kültürel ve ekonomik alanda gerçekleştirilen sistematik ayrımcılıktır. Bir başka ifadeyle bir tür ırkçılıktır. Bu çerçevede ele alındığında, Türkiye’de başörtüsü meselesinde kadınların karşı karşıya kaldığı ayrımcılık İslamofobik bir tutumdur. Üstelik de bu ayrımcılık, devlet kurumları aracılığı ve yasal bir çerçeve içinde gerçekleştirilmektedir.
Bunun yanı sıra, Müslümanlar nefret suçlarının mağdurlarından sadece biri.
Örneğin Kürtler veya Çingeneler ulusal ve etnik kimliklerinden, Aleviler inançlarından, Ermeni, Musevi, Rum ve Süryani gibi azınlıklar veya Hıristiyan inancına sahip gruplar kimlik ve inançlarından, kadınlar veya LGBT bireyleri cinsel yönelim veya cinsiyet kimliklerinden dolayı nefret suçları mağduru oluyor ve çoğu kez de cinayet veya linç edilmeye varacak derecede şiddet fiilleriyle karşı karşıya kalıyor.
Bu nedenle, mağdurlar arasında kategorik olarak bir hiyerarşi kurmak ve yasaları sadece bir kısım mağduru kapsayacak şekilde düzenlemek yanlış. Nefret suçlarına yönelik yasal bir düzenleme, hiçbir ayrım gözetmeden, tüm mağdurları kapsayacak şekilde yapılmalıdır.